YazarBegulaybar
Reads
(+18) Demirkazık dağının eteğini kendilerine yurt edinmiş bir avuç köylü. Ve o köyün başına kara bulut gibi çöken, lakabına iblis dedikleri, toprak sahibi Halil ağa. Yüzüne taktığı kara bir bezle ortalıkta dolaşan, kimilerine göre kasabanın hayalet kahramanı,kimilerine göre de baş belası olan, Kan-su. Ve bu ikilinin amansız savaşı. Iblis ve hayaletin tam ortasında çakılı, iki hedef. Biri; kusurlu gözlerin, kusursuz bedene kulp taktığı kekeme dedikleri kaşıkçı Ömer. Diğeri ise iblis Ağa'nın biricik kardeşi Esengül. .......... Hikâyemde geçen zaman dilimi seksenli yılları kapsar. Töre ile uzaktan yakından alakası yok. BU BİR ANADOLU HİKÂYESİ DİR. ..
Updated at
Reads
Beni sevme ihtimalinin olduğunu dolaylı yoldan söylemeye çalışınca, elim ayağım birbirine dolaştı. Bunu sindirmek için odadan çıkıp, yüzüme su çarpmaktı niyetim; “sen üstünü değiştir” diyerek kapıya yöneldim. “Aycan” dedi. Adım dilinde en güzel melodiydi. Adımı güzel seslenirdi Kağan. Hani ben alışmışım ya köyün içinde şiveye yatkın seslerden duymaya. Onun seslenişi kulağıma tek kelimelik şarkı dizeleri olurdu. “Baksana bana” diyerek durdurdu beni. Kıyafetlerden dolayı bir isteği var sanarak döndüm yüzümü. “Yaklaş biraz” dedi. Onu da yaptım. İki adımda yanına vardım. “Buyur” demişim yüzüne bakarken. Sanki babama der gibi. Yarım ağız güldü. O gülünce ben kafayı kıyafete takmışım ya. Kot pantolonu ıslak halde gözüm ister istemez oraya takılıyor. “Hadi söyle ne söyleyeceksen. Bak vallahi hasta olacaksın böyle” dedim. Demez olaydım. Sözümü bitirmeme fırsat bırakmadı. Bir çırpıda üstündeki kısa kolluyu eteğinden tuttuğu gibi başından çıkarıp bir kenara attı. Altında siyah atleti vardı onu da aynı hızla çıkardı. Salak gibi karşısında bakakalmıştım. Sıra kot pantolonunun düğmesine geldi. Bir çığlık atmışım karşısında sormayın. İki elimi de gözlerime kapatarak arkamı döndüm. “Allah devesi! Ne yapıyorsun?” dedim. O gün ilk hakaretimi de böylelikle etmiş bulundum. Sesi odanın içini döverek kahkahalar atmıştı. Ama nasıl gülüyor. Gülerken kolumdan asılıp yönümü kendine çevirdi. Ellerimi yüzümden çekip “ne dedin sen! Bir daha söyle bakalım” diyordu. Gözlerimi sıkıca kapatmıştım ama burnum çıplak göğsüne çarpmıştı. “Bırak beni de üstünü giyin Kağan” dedim. Gülüyordu Kağan. İçten gülüşünün sesi kulağımın dibinde şenlik veriyordu. Bir keresinde şöyle demişti. “Sen adımı böyle seslenince adım kulağıma çok hoş geliyor.” Ama ilk zamanlar bunu yeni fark ediyordu. Gözüm kapalıydı ama iç çekerek soluk alınca gözümün birini yarım yamalak açıp arasından bakmıştım. Heyecanlanmış gibiydi sanki. Bir de vücut ısısı yükselmişti. Bunu burnuma çarpan ılık kokusundan bile anlayabiliyordum. Çenemden tutup başımı yukarı kaldırdı. Baktığımı anlamasın diye tekrar kapattım gözlerimi. “Gözlerini açsana Aycan!” dedi. “Açamam. Çıplaksın” dedim. “Çıplak yüzümü defalarca gördün ya” dedi. Açıverdim hemen. Dediği gibi sadece gözlerini görüyordum. “Ne diye soyunu verdin yanımda” diye sordum. “Vallahi çok ısrar edince kıramadım seni” derken kıkırdadı. “Ben ıslaksın diye dedim. Gel önümde çıplan mı dedim sanki” dedim. Geri çekilmeye yeltendim. Bu kez iki eliyle ellerimi göğsüne hapsetti. Ben onun çıplak tenine hatta kalbinin olduğu o yere dokununca elektrik çarpmış gibi olmuştum. Bir de tıpkı benim gibi atıyordu kalbi onu hissetmiştim. Onunla o haldeyken sanki dün akşam hastalıktan kırılan kız yoktu karşısında. Dertlerimi unutturması için bir bakışı, bir sözü yetmişti. Bu adam bana nasıl bir büyü yapıyor diye içimden geçirsem de karşısında doğru yaptığına inanarak tepki vermiyordum. Bilgisizdim, cahildim ve ölesiye etkileniyordum. Velev ki bu kadar yakınken asla tepki veremiyordum. Karşısında bütün duygu ve düşüncelerimi anında kaybediyordum. Tek yapabildiğim çekilmek oluyordu. Çekilmek derken, ona doğru. Aslında bunu da biliyordum. Kağan belime görünmez bir halat bağlamış, günahlara doğru sürüklüyordu. Bunun bilincindeydim ama şöyle düşünüyordum. Sanıyordum ki aynı yolda yürümek isteyen herkes bizim gibi davranıyordu. Sizi temin ederim; aynı yolda yürümek isteyen iki yaren nasıl davranıyor yahut nasıl davranması gerekir diye örnek alacağım, dinleyeceğim kimse yoktu etrafımda. Herhangi birine Kağan ile olan münasebetimi anlatabilseydim eğer az buçuk ne yapmam gerektiğini de bilebilirdim. Belki bana yaklaşımımın yanlış olduğunu söylerdi. Y ada herkes böyle yapmıyor diyebilirdi. Sevgililer ancak böyle davranabilir de diyebilirdi. Ne bileyim işte yanlışlarımın bahanesini başka birilerine yüklemek huy olmuş bende. Bunu şundan dolayı yapıyorum. Masumane duygularım en iyi ben biliyordum çünkü. Onu aklamak için birilerinden de duymaya ihtiyacım vardı. Ancak köy işleri yaparken rastlaştığımız kadınlardan iş pişirmek gibi şeyler duyuyordum. Onu da kendi kafamda yorumlarken asla ne olduğunu ayırt edemiyordum. İşte o an Kağan ile yakınlaşmamızın boyutu gözümde iş pişiriyoruz deyimini açıklar niyetindeydi. Neden bunu düşünüyordum. Çünkü ailemden hiç kimse başımızda olmadığından biz el ele diz dize iş pişiriyorduk. Meğer ne cahilmişim. Biz o gün sadece diz dize oturmadık. Pişirmeyi bırakın yakıp kavurduk her bir şeyi. Ben bunları kafamda tartarken o; dudaklarını yalayıp, kulağıma doğru fısıldayarak şunları söyledi. “Çok güzelsin be Aycan! Sanki keşfedilmeyen berrak bir göl gibi" demişti. Ben ondan bana dair iki çift söz duymak için bunca zahmetlere girmişken siz söyleyin. Böyle söyleyince kim etkisi altına girmezdi ki. Hem de Kağan gibi birinden. O benim gözümde, bir yaz gecesinin en ulaşılmaz en parlak yıldızıydı. Az aklım ermeye başlayınca o yıldız gözlerimin önünde kaydı.
Updated at
Reads
( +18) Pireye kızıp, yorgan yakmak uğruna kendini köylere vuran,maceraperest bir kızın, kadrajına yansıyanlar unuttuğumuz degerlerimizi gözlerimiz önüne sergilerken gülmek ve ağlamak serbest. Bazen hayatı dolu dizgin yaşamak istersin. Kafana göre istediğin gibi. Fakat bu istediklerinin olması için dilediğin hayatta kimsesizsin. Çünkü kimse sen değil..
Updated at
Reads
(+18)Bir dal kamış lazım bize. Olmadı birkaç dal. Kuru ot deyip geçme. Daha geçen bahar, yemyeşildi o göl kıyısında. Bize en kurusu lazım şimdi. Hani asıldıkça yerinden çıkmak istemeyeninden, çektikçe el yakanından, en dirayetlisinden.
Updated at
Reads
Aralık ile ocak aylarının arasındaki günlerin adına zemheri demişlerdi. İnsan etini bıçak gibi kesen, buzlu ayazıyla yüzü felç edecek o günler başlamıştı. Hatta zemheri gireli birkaç gün oluyordu. O vakit niçin İbrahim baharı yaşıyordu? Baharı hissediyordu! Yaşadığı küflü ev neden bahar gibi kokuyordu? Kulağına ilişen sesler de nesiydi? Kışın ortasında kuşların ne işi vardı canım! Sanki hepsinin kanatları aynı anda kırılmış da bahçesindeki kuruyan ağaçların üstünde mahsur kalmışlar gibi ötüşüyorlardı. Hay Allah! Aksine bahçedeki ağaçlar kuru değildi! Yemyeşil ve ihtişamlı dallarıyla görkemliydi. Hatta taş duvarla örülü, pislikten adım atacak yer kalmayan avlunun her köşesinde onlarca çeşit çiçek bile vardı. Yahu onun evinin önünde, çiçeğin ne işi vardı? Onun kepir topraklarında, kuru ot bile bitmezdi. Öyleyse nasıl olmuştu da her yer cayır çimendi. Ne ara olmuştu bunlar? Hayda! Eve doğru yürüdükçe bu kez de kırık dökük pencere pervazları gözüne çarptı. Hangi ara beyaza boyamıştı onları? Üstelik o pencere açık ve uçları dantel işlemeli kar beyazı perde, yüzüne vuran ılık rüzgâr sayesinde dışarı çıkmış, havalanıyordu. Sanki ebesi saatlerce sabunla çitilemiş gibi bir de ışıl ışıldı. Hayır! nenesi kendi sidikli donunu bile yıkamazdı ki. Öyleyse birileri gelmiş eve el atmış olmalıydı. Nenesini bir yere bağlamışlar, şu küflü eve insanlık namına çeki düzen verelim demişlerdi. Kesin izahı böyle olmalıydı. Zira mümkün değildi bu evin, İbrahim'in doğup büyüdüğü ev olması. Ayağında yeni boyanmış bey çizmesi dedikleri ayakkabılar vardı. Çayırlara basarak evin girişine doğru ilerlemeye başladı. Dışarıda mıydı ki? Ne zaman çıkmıştı? Çıkıp gittiği yer neresiydi? Kaç gün kalmıştı orada da her yer güllük gülistanlık oluvermişti. Sağına soluna hayretle bakarak yürümeye devam etti. Evin kapısının önüne kadar geldi. Kapı açıktı! Açık kapıdan burnuna ilişen, leziz yemek kokusu hissetti. İçeri girmeden önce tereddütle kapı ağzından başını uzatıp bakındı. Hayır yahu! Bu ev onun nenesiyle yaşadığı ev değildi. Mümkün değildi zira gördüğü her yer ışıl ışıl parlıyor ve tertemizdi. “Ebe!” diye seslendi. Ses gelmedi. “Neredesin ebe? Ses versene be kadın!” dedi. Nenesinin sesi yine çıkmadı. Cadaloz nenesini birileri bağlamış olmalıydı. Bakındı ama kimseyi göremedi. Bir terlik sesi ilişti kulaklarına. Ya da bir takunya sesi. Şıp şıp adımlarla biri ona doğru yürüyordu. Pencerelerden sızan ışık süzmesinin arasından yürüyüp tam karşısında durdu. İbrahim'in soluğu kesildi! Bu kesinlikle nenesi değildi! Seçmeye çalışırken yüzü ayan beyan ortaya çıktı. Bu o idi. O! Telaşa kapıldı. Geriye doğru bir adım attı. “Senin ne işin var burada?” demek istedi. Fakat kızı yine üzmeyeyim diye sustu. Yoksa bunca şeyi yine birilerine hayır yapmak için mi yapmıştı? Olabilirdi! Bari Nenemi sorayım dedi. “Nenemi nereye gönderdin ki böyle rahatsın?” dedi. Bastonuyla kafanı yarmadığına göre mutlaka evde değildi. Kız yalnızdı. Onun evinde ona gülen gözlerle gülümseyen kız çok güzeldi. Bu kız berrak bir su gibiydi. İbrahim neden böyle soluk alıyordu? Bir yerden mi koşup gelmişti? Neydi bu hissettiği şimdi? Kanı coşkun olduğu zamanları, çoktan geçmemiş miydi? Yahu onun içindeki organlar canlanmadan çürümeye yüz tutmuş değil miydi? Her birinin aniden canlanası mı tutmuştu! İbrahim’in ciğeri patlayacak, kalbi yerinden çıkacak ve gözleri gördükleri karşısında öne doğru fırlayacak haldeydi. “Hep geç kalıyorsun ama! Gel haydi” diyerek ellerini ona doğru uzatarak yaklaştı kız. İbrahim’in şaşkın bakışlarına aldırış etmeden ellerini tuttuğu gibi içeri çekti. İbrahim'in artık nefesi tükenecekti. Sanki son soluklarını alıyordu. Sanki son hava kalmıştı da hepsini hızlı hızlı içine çekiyordu. Kızın üstünde beyaz bir elbise vardı. O elbise ince ve bedenindeki bütün kıvrımları açıkça belli ediyordu. Uzun ve dalgalı saçları göğüslerinin üstüne dökülmüş ve uçlarını gizliyordu. Kırmızı dudakları ve buğulu bakışlarıyla resmen İbrahim’i günaha davet ediyordu. Ar etti İbrahim. Kendi evinde iki kez gördüğü kız ile bu kadar yakınlaşmasından ötürü utandı. Başını yere eğdi. Ama kız! Sanki onu her gün görüyormuş gibiydi. Sanki hep onunmuş gibiydi. Sokuldu göğsüne kız. Başını İbrahim’in hızlı atan kalbinin üstüne koyarak konuştu. “Hep geç kalıyorsun sonra yemek soğuyor!” dedi. Başını yukarı kaldırdı ve ayaklarının üstünde yükselerek çenesinden öptü İbrahim'in. Hemen sonra boynunun altından öptü. Oradan dudaklarına doğru yaklaştı. İbrahim’in taş kesilen vücudunun tepki vermemesi artık imkansızdı. Atladığı bir şeyler olmalıydı ki kız fazlasıyla rahat ve tanışır olmuşlardı. Sanki hep onunmuş gibiydi. Sanki er ile avrat olmuşlar gibiydi. İşte bundan güç alarak hırs ve zevkle kızın küçük yüzünü, nasırlı iri avuçlarının arasına alıp onu durdurdu. Önce sormalıydı. Adı dilimde kirlenir diye söylemeye çekinirken, fısıltı ve korkuyla konuştu. “Mihran” dedi. Yutkundu. Ağzı kurumuştu sanki. “Sen benim misin?” diye sordu. Omuzlarını silkeledi kız. Sorusuna cevap vermedi. Yanından kayboldu
Updated at
Dear Reader, we use the permissions associated with cookies to keep our website running smoothly and to provide you with personalized content that better meets your needs and ensure the best reading experience. At any time, you can change your permissions for the cookie settings below.
If you would like to learn more about our Cookie, you can click on Privacy Policy.