(+18) Karanlık ve acımasız bir dünyaya hükmeden bir adam, o dünyadan kurtulmaya çalışan bir kadın... PRENSES VE PRENS HER MASALDA MÜKEMMEL OLAMAZ... Karanlık bir dünya, kirli ilişkiler, çıkarlar, cinayet, mafya... Tüm bunların içinde masum bir melek, Annemarie Bennett... Güzel, çekici, zeki, cesur bir kadın, aynı zamanda yetenekli bir doktor ve anne. Cinselliği sadece bir kez yaşadığı bir adamdan hamile kalmış, fakülteyi bitirince onu bir daha asla görmemiştir. Gençlik hatasından elinde kalan tek şey olan oğlunu, babasının acımasız ve kirli dünyasından uzak tutmaya çalışırken, kendisi için de hayal ettiği şeyin peşinden gitmeye kararlıdır. Gerçek aşkı ve cinselliği yaşamak istediği o adamı mutlaka bulmalı ve onunla evlenmelidir. Ancak bu konuda birkaç şartı vardır. Mafya, polis, kiralık bir katil, geçmişi karanlık bir adam asla olmayacaktır. Dünyaya bir kez daha gelme ve bu kez yaşamak istediği hayatı seçme şansı olsaydı hayatındaki her şeyi sonsuza kadar değiştirmeyi dilerdi Annemarie. Ancak hiç kimsenin böyle bir şansı elbette ki yoktu. Anne ve babamızın kim olacağını seçemezdik. O da seçememişti. Josep Bennett'ın kızı olmak onun tercihi değildi. Babasının acımasız ve ünlü bir suç lideri olması da kendi suçu değildi. Onun suçlarının, cinayetlerinin, karanlık ve kirli dünyasının içinde oğlunu ve kendisini korumaya çalışırken, hayatının en önemli tercihini yaptı. Sahte bir kimlik, yeni bir ev, bilmediği bir şehir ve hiç tanımadığı insanlar arasında yeni bir hayata başladı. Ancak babası Josep Bennett bunu yapabilmesi için ona tek bir şart sunmuştu. "Attığın her adımda, aldığın her nefeste, gözlerini açtığın her anda gölgen gibi peşinde olacak bir adam seni ve oğlunu koruyacak Annemarie. Dünyadaki hiç kimseye güvenmeyecek, sadece ona güveneceksin." Annemarie babasının şartını kabul etmek zorunda kaldığında, sadece adını bildiği bu adamın varlığına bile tahammül edemezken, onu tanımaya başladıkça kalbinde tomurcuklanan duygulara engel olamaz. Ancak asla unutmaması gereken bir şey vardır. Işıklar kapalıyken, sakın kimseye güvenme... Alexander Holmes görünüşte sadece bir korumadır. Şimdiki görevi ise Mafya lideri Josep Bennett'ın kızını korumaktır. Sadece adını duyduğu ve hakkında hiçbir şey bilmediği Annemarie Bennett'ı gördüğü ilk an başının ciddi şekilde belaya girdiğini anlamıştır. Şımarık, itici, kaprisli ve sıradan güzellikte bir prenses beklerken, karşısına çıkan kadın nefesini kesmiş, onun hakkındaki düşüncelerini darmadağın etmeyi başarmıştır. Ne olursa olsun Alex'in işi konusunda kuralları vardır. Bir kadın için kurallarını görmezden gelmesi de imkansızdır. Aslında bu bir oyundur. Sonunda kimin kazanacağını hiç kimsenin tahmin edemeyeceği kirli bir oyun...
Çocukluğundan beri yüzünde bir peçe ile yaşıyordu. Herkes onu çirkinliği ile tanıyordu. Bilseler ki o peçenin altındaki yüz en güçlü kralları bile dize getirecek muhteşem bir güzelliğe sahipti. Annelisa daha doğar doğmaz babasının ona çizdiği kaderle karşı karşıya kalacaktır. Babası çok sevdiği dostunun oğluna kızını bedeli ne olursa olsun vereceğini, evlilik çağına gelince Lord Braylan Cromwell ile evleneceğini duyurur. Annelisa'nın annesi kızını kötü kaderinden kurtulması için, yaşadıkları kaleden çok uzak bir köye daha küçük yaşta kaçmasını sağlar. Annelisa yeni ailesinin yanına geldiğinde altı yaşındadır. Köylü ve fakir insanlar ona tüm sevgilerini verirler. Annelisa mutludur ancak tek bir sorunu vardır. Kimsenin onu tanımaması ve babasının ona bulamaması için yüzünde çirkin bir maske ve peçe ile yaşamaya mahkumdur. Aslında bu peçe muhteşem bir güzelliği de gizlemektedir. Genç kızın kaçtığı kader yıllar sonra yine karşısına çıkar. Lord Braylan Cromwell.... Kader seni kovalıyorsa, gerçek aşk kaderinde gizli ise...
Küçük bir hata iki insanın hayatını sonsuza kadar değiştirebilir mi? Evet, çünkü bazı hataların telafisi olmaz. Conner McLead diğer adı Şeytan! O kralın en sadık askeri, İngiltere'nin en güçlü şövalyesi, düşmanlarının en korkulan adamıydı. Acımasız, kaba, kibirli ve küstahtı. Girdiği savaşları kaybettiği duyulmamıştı. Merhametten yoksun kalbinde yer vermediği tek duyguydu aşk. Bir gün evlenmek için tek bir sebebi olabilirdi. Varis... Christina Atkins tek bir şey için yaşıyordu. Özgür olmak! Hastalıklı bedeni yüzünden herkes onun lanetlenmiş olduğunu düşünürken, umurunda bile değildi. Güzel olmak, evlenmek, çocuk doğurmak, anne olmak gibi bir derdi de yoktu. İstediği tek şey eziyet gördüğü ve bir hizmetçi gibi yaşamaya mahkum edildiği babasının evinden kaçmak. Sonsuza kadar özgür olmak! Kimse onun lordun kızı olduğunu bilmiyordu. Üvey annesi ve kız kardeşi dışında... Lord Conner krala söz verdiği, evlenmek için kaçırttığı genç kızı gördüğü anda hayatının şokunu yaşadı. Genç kızın hastalıklı bedeni ve yüzü kara ölümü hatırlatırken, onunla evlenmek için kabul ettiği aptal anlaşmaya lanet yağdırdı. Kimdi bu kız? Leydi Atkins mi? Onun hizmetçisi mi? Nikahtan sonra ölüm emri verdiği karısı ucube Christina, beş yıl sonra karşısına aklını başından alacak kadar güzel bir kadın olarak çıktığında hayatındaki ilk yenilgiyi yaşayacaktı Conner. Bu kadının kalbini kazanmak, ona kendini affettirmek hiç kolay olmayacaktı. Çünkü Leydi Atkins bu adam için tek bir duygu besliyordu. Nefret! Sırlar, yalanlar, tutku, aşk, gizem, intikam, şehvet... Biri Melek, diğer Şeytan... Kazananın kaybedeceği tek şey kalbiydi.
"İstediğiniz bir bedelse şayet, işte tam karşınızdayım!"dedi Adriana, son derece ciddi bir sesle. "Beatrice kendi kaderinin peşinden gitti. Bu onun alın yazısıydı ama ben kaderimi kendim seçiyorum. Babanızın ve sizin istediği bedel ben olacağım.Tüm hırsınızı, intikamınızı ve öfkenizi benden alabilirsiniz... Şimdi burada sizinle evlenmeye razıyım. Sizden korkmuyorum, Lord Desmond. Şuna emin olabilirsiniz ki bana ne yaparsanız yapın kalenizden ve hayatınızdan siz istemediğiniz sürece gitmeyeceğim.Yeter ki ailem ve halkıma dokunmayın!" Desmond kendisine meydan okuyan kadına bakarak, alaycı bir şekilde gülümsemeye başladı.Demek bu kadın kendini ailesi için feda etmeye hazırdı.Parlak siyah, gümüşümsü renk gözlerinde cesaret ve fedakarlık vardı genç kızın. "Demek bedel olmak istiyorsun Adriana? Sana yaşatabileceklerimden korkmuyor musun? Kız kardeşinin ihanetini senin ödemek istemen ne büyük bir cesaret! Bu kale senin cehennemin olur!Asla sana acımam,iyi düşün istersen!Verdiğin karar için hayatın boyunca pişmanlık duyarsın."
Rosemary artık emindi. Burası onun masumiyetinin bittiği yerdi ve ne yaparsa yapsın bu kez çaresiz kalmıştı. İçinden genç adamı yumruklamak, tekmeler atmak geçiyordu. Ama bunu yaparsa kendisine daha sert davranacağından, canını daha çok yakacağından korkuyordu. Saniyeler içinde üzerindeki elbise yere düştü. Sadece kısa içliği kaldı. Jose Luis altın rengi tenini izlerken kendinden geçti. Gördüğü rüya gerçek gibiydi... Sarhoş zihni oyun oynasa da bu oyundan hoşlanmıştı. Onu ziyarete gelen Tanrıça muhteşem bir vücuda sahipti. Genç kadını yanında bulunan yatağa doğru yatırdı. Kendisi de üzerine uzandı. İçliği eteklerinden sıyırıp bir çırpıda başından yukarı çekti. Genç kız iki eliyle ortaya serilen göğüslerini kapatmaya yeltendi ve başını yana doğru çevirdi. İçinden güçlü olmalısın diyordu. Korku iliklerine kadar işlerken, yaptığı fedakarlığın gerekçesi gayet açıktı. Özgürlüğünün bedelini ödüyordu Rose... MASUMİYET' ini hiç tanımadığın bir adama vererek ödüyordu. Bundan daha ağır ne olabilirdi?
Kadere teslim olmak! İnançlı insanların kader inancını hatırladı. Yazgı... "Cenneten bir meyve ancak senin kadar tatlı ve doyumsuz olur... Nesin sen? Yeryüzüne benim için inen bir eşsiz bir kadın mı? Bir bakire... Yalnız benim dokunmama izin verilen yasaklı bir çiçek. "diyen Rayn'a bakıyordu. "Bedel..."dedi. Amanda'nın dudakları arasından çıkan cevap Rayn'ın bir kaç saniye susmasına neden oldu. "Bedel?" Kızın buğulanan gözleri ve titreyen dudakları dikkatinden kaçmadı. Evet haklıydı. O ülkesinin barışı için verilen bir bedeldi. Başka insanların hataları yüzünden yıllarca dökülen kanları onun gibi genç kızlar ödüyordu. Hiç tanımadıkları adamların yataklarına girerek hayatlarının sonuna kadar o adamlara hizmet ediyorlar, çocuk doğuruyorlar, pek çoğu tarih sahnesinde silinip hiç dünyaya gelmemişcesine yok oluyorlardı.
Dünyadaki en acı şeylerden biri; yaşamak için neden ararken, ölmek için bulmaktır... "Ömrümün sonuna kadar seni seveceğim..." diyerek sözünü tutan kaç kişi vardı? Sevgisini yüreğinde götüren, son nefesini verirken bile, bu nefesi "Seni seviyorum..." derken tüketen kaç insan? Gerçek aşkların ölümsüz olduğuna inanmıştı genç kız. İnsanın hayatı boyunca sadece bir kez gerçek aşkı hissedeceğine ve sadece bir kişiyi sevebileceğine inanmıştı. Çünkü o sadece birini sevmişti... Aşkı sadece onunla hissetmişti. Beden ölse de ruh sevmeye devam edecekti. Ve bir gün, ebedi hayatta sevdiğine kavuşmak için heyecanla bekliyordu. Her gün geldiği mezarın başında, üzerindeki toprakta yeşeren ve çiçek açan bitkileri sularken, aynı yemini ediyordu. "Senden başka hiç kimseyi sevmeyeceğim." Dolabında asılı duran gelinlikte sevdiği adamın kanı hala duruyor, onu atmayı ya da yıkamayı düşünmüyordu. Üç yıl... Hayatından yitip giden üç yıl ve kalbinde bıraktığı izler... Tuttuğu yemin, asla kurumayan gözleri... Ölmeyi heyecanla bekleyen bir kadın. Reyhan... Ölümsüz aşka inanmak mı? Genç adam aşka inanmıyordu ki ölümsüz olduğuna inansın! Erkekler severdi. Yatağına giren kadını bir gece sever, ertesi gün sevgisi biterdi. Kadın severdi. Kendisine mücevher alan, limitsiz kredi kartı veren, parası hiç bitmeyen adamları, daha iyisini bulana kadar çok severdi. İşte aşk buydu! Çıkar ilişkisi... Böyle bir ilişkiye ne ihtiyacı ne de zamanı vardı. Yıllar sonra döndüğü vatanına o getiren sebep, kırık bir kalp olsa da asıl sebebin peşini bırakmaya da niyeti yoktu. Canı yanıyordu. Öyle yanıyordu ki canını yakanlardan hesap sormak için gelmişti. Ve bir kadın, ölümsüz aşkına kavuşmayı bekleyen bir kadın, aşka olan inancını sorgulatıyordu. Her şeyle savaşabilir, herkesi yenebilir, her güçlüğün üstesinden gelebilirdi. Ancak ölü bir adamla savaşamazdı. Çünkü bu adil bir savaş olmazdı. Bir mezara aşıktı kadın, bir avuç toprağa, bir kaç çiçeğe... Kendisi bunlardan biri olsaydı, belki şansı olurdu. Tarık...
Bir köylü kızı bir prenses gibi olabilir mi? Isabel gerçekte kim olduğunu öğrendiğinde, geçmişi ve geleceği arasında seçim yapmak zorunda kalacaktı. Çocukluk aşkı Fernando ile yollarını ayırırken, onu bir daha asla görmeyeceğinden emindi. Ancak yanılmıştı. Fernando kalbine gömdüğü kadının adını dahi duymaya tahammül edemezken, onunla yine karşılaşacağını tahmin dahi etmiyordu. Çocuklukları birlikte geçen ve asla anlaşamayan Fernando ve Isabel, birbirlerine karşı hissetikleri duyguları asla itiraf edemezken, gerçek aşkın gücüne karşı koyamayacakları anladıklarında büyük bir savaşın içine gireceklerdi. Aşk için savaşmak çok kolay değildi. "Sen bir kulübe faresisin Isabel! İstesen de değişemezsin. Eğer bir gün bu toprakların L-hakimi olursam, burada yaşamana izin vermeyeceğim..."dedi Fernando çocukluğundan bu yana bir türlü anlaşamadığı Isabel'e. "Gerçekten mi Lordum? Lütfen bana acıyın... Sadece sizin merhametinize sığınmam gerekiyor. Tanrım... Bu genç adamın bana acıması için ne yapmalıyım bilmiyorum." diye cevap verdi Isabel alaycı bir ifadeyle. Sonra yine devam etti sözlerine "Belki bir gün ben seni istemeyeceğim, yaşadığım ve nefes aldığım herhangi bir yerde?" "Seninle aynı yerde olacağımı kim söyledi? Dünyada sadece sen ve ben kalmış olsak,yüzünü görmemek için elimden geleni yaparım köylü kızı!"
Aşk bir savaştı... Kalbi kin dolu bir kadın, ölümü göze alacak kadar intikam hırsı ile doluydu. Bazı insanlar nefes almayı hak etmiyorlardı. Onlar yaşarsa çok daha fazla masum insan ölecekti. Olivia Peterson sıradan bir İngiliz değildi. Davetlerde eş arayan bir asil hiç değildi. Çocuk doğurmak için bir erkeğin kölesi olamazdı. O tek bir adamı istiyordu. Onunla yaşamayı değil, gerekirse ölmeyi göze alacak kadar istiyordu. Nefes almasının, lanet olasıca hayatının tek sebebi o adamdı! Bir gün ona kavuşacaktı. Dünya ikisi için küçüktü. Çok küçük... McGrey! O adamın canını istiyordu. Bedeninden kanının çekildiğini, son nefesini acı çekerek verdiğini görmeyi her şeyden çok istiyordu. Onu öldürmek için elbet fırsatı olacaktı! Kadınlar her zaman aynıydı. Bir kadınla yatağını ve zevklerini pek ala paylaşırdı. Onlar olmadan olmazdı. Ancak kalbini kimseye vermeye niyeti yoktu. O İskoçya'nın en azılı katili, en çok korkulan klan lideriydi. İngiliz köylerini yağmalarken, arkasında yaşayan tek bir canlı bırakmazdı. Kadınlar ve çocuklar dışında... Merhamet korkakların arkasına sığındığı en saçma duyguydu. Kalesine aldığı Hintli kölenin kendisine nasıl bir bela olduğunu tahmin etmemişti. Güzelliği, zekası ve cesareti ile bu kız aklını başından almaya niyetliydi. Kadınlar yatağına girmek için can atarken, bu kız kaçıyordu. Üstelik küstahtı. Kızın canını almaya gelen Azrail olduğunu bilmiyordu. Olivia Peterson, sinsi bir yılandan daha tehlikeli çok daha zehirliydi. Gizlendiği maskenin altında, asla baş edemeyeceği bir savaşçı vardı. İkisi de bu kirli oyunun nasıl son bulacağını asla bilmiyordu.
Güneş tepelerin ardından doğarken,gecenin ayazı yerini ılık bir havaya bıraktı.Genç adam omzundaki yaranın verdiği acıyla sessizce inleyip,göz kapaklarını usulca araladı.Sağ kolunu hareket ettirmeye çalıştı ancak başaramadı.Sebebini anlamak için başını o tarafa doğru ağırca çevirince,kafası örtü ile kapalı genç kızı fark etti. Sadece bu mu?Genç kız tek kolu ile bedenine sarılmış,bir bacağını bacaklarının üzerine atmış,göğsünün üzerinde uyuyordu.Üzerlerini örten pelerin kesinlikle kendisine ait değildi.Bir an nerede olduğunu anlamaya çalışıp,kızı dikkatlice inceledi.Yüzü çamur içinde olsa da,genç bir kadın olduğu belliydi.Ve... Tanrım!Ya bu bir şakaydı ya da ölmüştü.Çünkü kollarında yatan kadın bir rahibeydi. Peki burası neresiydi? "Sanırım cehenneme düştün John."dedi dudaklarının arasından."Çünkü cennette güzel melekler olur dostum.Çirkin rahibeler değil.Lanet olsun!" *** Sırlar, yalanlar ve çalınan hayatlar... Ve bir yazgı! Geçmiş aslında bugün de gizli
Prensesler asla kurbağaları öpmezler. * Aşk kazandıysa, oyun bitmiştir. Masal Gibi... Yıl 1999 yer İngiltere Ne prenses, ne külkedisi, ne de asildi. Gerçek hayat masallarda anlatılanlar gibi olmuyordu. Çocukken dinlediği masallar her zaman mutlu sonla bitiyor, kötüler kaybediyor, iyiler kazanıyor, prens prensesi ejderhanın elinden kurtarıyor ya da sonsuz uykusundan aşk dolu bir öpücükle uyandırıyordu. Aşk diye bir şey var mıydı? Varsa bile henüz kendisini bulamamıştı. Casey bir ressamdı. Çok para kazanmasa da sattığı resimler hayatını idare ettirmesi için yetiyordu. Büyükannesi ile büyümüştü. Yatılı okuduğu okul dönemleri dışında, onun yanında kalır, aile yadigarı tarihi Cromwell kalesinde zaman geçirmeyi severdi. O yıllar geçmişte kalırken, büyükannesi bir bakımevinde yaşıyordu. Ancak hala kale kendisine aitti. Yatırımcıların dikkatini çeken yapı ve topraklarını hiçbir şekilde satmaya niyeti yoktu. Casey de onunla aynı fikirdeydi. Aile sadakat, sevgi ve bağlılık demekti. * Armondo Latimer tarihi yapıları restore ederek, büyük yatırımlara çevirirken, bu yapıların ne geçmişi ne de aile yadigarı olmasını umursuyordu. Onun için önemli olan getireceği mali kazançtı. Hedefinde ise Cromwell kalesi vardı. Oranın yaşlı sahibi inanılmaz inatçı bir kadındı. Bedeli ne olursa olsun aile yadigarı dediği yeri satmaya niyeti yoktu. Ancak Armondo'nun da pes etmeye niyeti yoktu. * Ölmüştü büyükanne. Artık tek sorun iki mirasçı ise, onları alt etmek çok kolay olacaktı. Biri genç bir kız diğeri felçli bir adam. Adamı para ile satın aldı fakat inatçı ve dediğim dedik genç kızı ikna etmek hiç kolay değildi. Kimdi bu Casey? Koca bir taş yığınını ne yapacaktı? Elinin tersi ile ittiği milyonlardan daha değerli nasıl olabilirdi bu lanet kale? Ortak olduğu kalenin eline geçmesi için önündeki engeli mutlaka aşacaktı. Taşralı bir kadına yenileceğini sanıyorsa, çok yanılıyordu genç kız. Amerikalı bir adam İngiliz bir kadını her türlü ikna edebilirdi. * Henüz tanışma fırsatına erişemediği kadını, önce kaldığı evinden attırdı. Kalacak yeri ve parası olmayan biri ayağına gelip, satış için imzayı kesin atacaktı. Ancak düşündüğü gibi olmadı. Tarihi ölümsüz aşklara tanıklık etmiş Cromwell kalesi... Asırlar sonra bile hala ayakta durabilen taş yapının yeni ev sahipleri, birbirine katlanmak zorunda olan iki insan. Casey hayatına izinsiz giren genç adama yenilmek niyetinde değildi. İstediği imzayı alabileceğini sanıyorsa, kesinlikle yanılıyordu. Ne sanıyordu bu adam kendini? Parasının olması, istediği her şeyi satın almasına yetiyor muydu? Hayatta bazı değerlerin asla karşılığı yoktu. Sevgi, bağlılık, samimiyet, dürüstlük... Aralarındaki fark işte buydu. * Onunla aynı yerde yaşamak pahasına bile olsa, geri çekilmeyecek, pes etmeyecek, kaleyi asla satmayacaktı. * Yaptığı şeye inanamıyordu Armondo. İnatçı bir kadını ikna etmek için onunla aynı evde yaşamaya başlamıştı. Ya aklını kaçırmış ya da bir anlık öfkesine yenilmişti. Kadınları hayatından uzak tutacağına dair ettiği yemine ne olmuştu? Üstelik kızıl saçlı kadınlardan hiç hoşlanmazdı. Kızıl saçlı, inatçı, çok akıllı olduğunu sanan kadınlardan asla hoşlanmazdı. Ama Casey... Kahretsin ki bu kız ettiği tüm yeminleri unutturacak kadar saf ve iyiydi. Ve çok güzel... Cromwell kadınları asla pes etmez derken ciddiydi. Kaledeki gizeme ne demeli? Burada garip bir hava vardı. * "Prensesler asla kurbağaları öpmezler." demişti Casey. * "Ben kurbağa değilim Casey. Masaldaki kötü kalpli kurdum. Sense kırmızı başlıklı kız." diye cevap Armondo. * Sonsuza kadar mutluluk sadece masallarda oluyormuş. Ya gerçekten varsa... O zaman yapman gereken tek şey var. * Onu asla bırakma.
"Prensesler asla yalan söylemezler. Yani bazen..." Daniera Mira İngiltere Kralı Jose Luis Almo'nun biricik kızı... Bebekliğinde tanıştığı çingene bir ailenin manevi kızı olan Mira süt annesi Juana ve manevi babası Federico ile çocukluğunun en güzel yıllarını geçirirken,aslında bir prenses olduğu gerçeği ile hiç ilgilenmemektedir.Onun için hayat dans etmek,fal bakmak ve bir çingene gibi yaşamakla güzeldir. Sarayda yaşayıp iyi yetişmiş bir Leydi olmayı öğrenirken,çingene ailesinin yanında ilgi çeken,güzeller güzeli çingene kızı Mira olmaktan da mutludur. İki ayrı hayat süren prenses Daniera bir gün karşısına çıkacak olan Güney İrlanda prensi James Braylan Cromweel ile hayatının değişeceğini asla tahmin edemeyecektir. James Braylan çingene güzeli Mira'yı dansçı ve hırsız olarak tanırken,aralarında başlayan nefretin aşka dönüşeceğini nereden bilecekti?Ve onun bir prenses olduğunu... Saklanan gerçekler ve kimlikler....İki düşman kralın çocukları ve zor bir aşk.... Aşk mı gurur mu?
Malzemeleri kararında, tarifine uygun koyduğunda yemek pekâlâ çok güzel olur. Tabii damak tadı da önemli. Herkes her yemeği sevmez. Herkes her yemeği yemez. Aşkı bir yemeğe benzetelim. Kimi zaman tatlı kimi zaman tuzlu kimi zaman acı bir yemek... Bu yemeğin tarifi var mı? Aslında var. Aşk olması için gerekli olan şeyler neler olurdu sizce? Fedakarlık, saygı, hoşgörü, sevgi, anlayış, sahiplenme, kıskançlık, tutku, güven, sadakat, samimiyet, dürüstlük... Her birinden dozunda koyduğumuzda aşk yemeğinin tadına doyum olmaz. Bunlardan biri fazla olduğunda tadı da değişir. Örneğin kıskançlık... İlişkileri bozan en zor duygudur kıskançlık. Güveni, sevgiyi, iyi niyeti sarsabilir. Her iki cins için de kıskançlık baş edilmesi zor bir duygudur. Erkek kıskanç olunca, kadının özgürlüğü ister istemez kısıtlanır.😟 Her iki tarafta dürüst olmak zorunda aslında ki e tabii yemeğin tadı bozulmasın. Çok sahiplen ama sıkma! Çok güven ama fazla korumacı olma! Çok sev ama bıktırma! Çok fedakar ol ama çok alıştırma! Çok saygı duy ama çok resmi olma! Hepsini karıştırıp, aşk yemeğini koyduk ateşe. 💃💃 Tadı da tuzu da yerinde. Şimdi bize bu yemeği tadacak iki insan lazım. 🤭 Büyüyünce ne olmak istersin diye sorduklarında onun tek bir cevabı vardı. Aşçı Kız çocukları bebeklerle oynarken, o annesinin tahta kepçesi ile minik tenceresinde boyalarla yaptığı sulu çorbasını karıştırıyordu Reyhan. Hayali aşçı olmaktı ve oldu. Bu hayalinin kaderini sonsuza kadar değiştireceğini asla tahmin etmemişti. *** Asgari ücretle köle gibi çalışan babasını izlerken hep aynı yemini ederdi Fırat. "Ben asla babam gibi olmayacağım! Parası olanı adam yerine koyuyorlar! Cebinde paran varsa adam, üzerinde takım elbise varsa saygınlığın oluyor." Yarı aç yarı tok okuduğu okul sıralarında bir gün istediği hayata ulaşmak için hırsla çalışırken, hedefini çoktan belirlemişti. En üstte olacaktı. Fırat Bey diyeceklerdi. Önünde eğilecekler, itaat edecekler, saygıda kusur etmeyeceklerdi. Yönetim ve işletme bölümünü bitirince aradığı iş önüne gelmişti. Önce küçük oteller sonra da büyük. Tam istediği yere ulaşmıştı. Sahil otelleri zincirinin genel müdürü koltuğuna oturduğunda, yeni bir hedef daha belirledi. Bu otel ya da bir başkası... Zengin ve ünlü birinin damadı olmak her kapıyı açacaktı Ama bir şeyi unutmuştu. Aşk! Çünkü aşk bir erkeğin kalbinden önce midesine mutlaka uğruyordu.
Bir gelin istendi... Yıllar önce Cromwell kalesinin büyük yemek salonunda, Braylan Cromwell ikiz kızlarının doğumunu kutluyor, isimlerini koyuyordu. Eski dostu Lord Vincent talihsizce ölen kız kardeşi için bedel istiyordu. İkizlerden biri olan Beatrice kendi oğlunun gelini,yaşanan olayın bedeli olmalıydı. Yıllar geçti... Beatrice evlenecek çağa geldi. Bu bedel ödenmeliydi ancak bilmedikleri birşey vardı. Beatrice kalbini kaderi diye yazılan Lord Desmond'a değil, onun şavaşçısı asi, dik başlı, kalbini kadınlara kapatmış ,en yakın dostuna açacaktı. Aşk tesadüfleri sever mi? Karşılaşmaları kesinlikle tesadüftü. Büyük aşklar nefretle mi başlar? Kesin mi bilinmez ama onların aşkı trajikomik başlamış, iki inatçı keçi misali birbirlerine kafa tutmuşlardı. Aşk adres sormaz mı? Öyle rastgele mi seçer kurbanlarını? İkisi için kaçınılmaz olan son sadece onları etkilemeyecekti. Bedeli ağırdı aşklarının...
Zıt kutuplar birbirini çeker mi? Yoksa deli mi eder? Siyah ve beyaz, gece ve gündüz, sıcak ve soğuk, artı ve eksi... Belki de onlar kadar zıt değildi. Onlar birbirleri için yaratılmamıştı. Aynı dünyanın içinde farklı dünyaların insanlarıydılar. Karakterleri, hayat görüşleri, fikirleri, hayalleri, yaşam tarzları o kadar ayrıydı ki ikisinin arkadaş olması bile mümkün görünmüyordu. Ta ki aynı evde yaşamaya başlayana kadar. Zengin, çapkın, uçuk kaçık, dağınık, hayatı çok da ciddiye almayan bir adam Leonardo Latimer. Hayatından geçen hiçbir kadına benzemiyordu Maria Jones. Modeller, film yıldızları, şarkıcılar, birbirinden güzel birçok kadınla çıkmış, tek gecelik ilişkiler yaşamıştı ancak hiçbir bilim insanı ile bırak çıkmayı arkadaş dahi olmamıştı. Maria Jones hem bir bilim insanı hem de bir doktordu. Zekasını sorgulamaya bile gerek yoktu. Onunla baş edecek bir adam bulmak çok da kolay değildi. Vergi memurlarını gibi giyiniyor, kalın çerçeveli gözlüğünün altındaki bakışları bir adamı kaçırmaya yetiyordu. Kendisi için kolay olmayacak bir anlaşma yapmıştı onunla Leon. "Bir ay sevgilim rolünü oyna, başımı bu beladan kurtar." Ancak gerçek belanın kalbinde kök salmaya başlayan duygular olduğunu anladığında çok geç kalacaktı. Hayatını bilim insanı olmaya adamış, ciddi, çalışkan, titiz, kuralların dışına çıkmayan genç bir kadın Maria Jones... En büyük hayali Evrensel bilim ekibinde yer alıp, ihtiyacı olan ülkelerde gönüllü doktorluk yapmaktı. Hiç aşık olmamış, hiçbir adamla çıkmamıştı. Leonardo Latimer'ı bir gece yarısı sarhoş bir halde evine almak gibi ciddi bir hata yaptığında, onun teklifine evet diyeceği aklının ucundan geçmemişti. En yakın dostunun kardeşi olan bu adam, iki ayaklı belanın ta kendisiydi. Ve sakin giden hayatında böylesi bir belaya kesinlikle yer yoktu. Aşk ikisi için de gereksizdi... Ta ki Yolları nedensiz bir şekilde kesişene kadar... *Gülümseten olaylar, kahkaha attıran diyaloglar, her fırsatta birbiri ile çatışan, birbirini deli eden iki insan. Tam manasıyla bir romantik komedi.
Dear Reader, we use the permissions associated with cookies to keep our website running smoothly and to provide you with personalized content that better meets your needs and ensure the best reading experience. At any time, you can change your permissions for the cookie settings below.
If you would like to learn more about our Cookie, you can click on Privacy Policy.